Hristiyan Mezarlığından Gelen Garip Sesler 3
Hristiyan Mezarlığından Gelen Garip Sesler 3
Bölüm 3:
Hristiyan Mezarlığından Gelen Garip Sesler 3. Bu bölümde, Bekir Hoca, Hasan ve Ergün, Elisabeth’in mezarının altındaki tünelde ilerleyerek kasabanın derin sırlarını keşfetmeye başlarlar. Elisabeth’in ruhunu huzura kavuşturmanın anahtarını bulmaya yaklaştıkça, karşılaştıkları zorluklar ve tehlikeler de artmaktadır.
Kasabanın karanlık sırları birer birer gün yüzüne çıkarken, Bekir Hoca ve Hasan, Elisabeth van der Voort’un mezarındaki huzursuzluğu sona erdirmek için hazırlıklarını sürdürüyordu. Ancak ne kadar derine indikçe, karşılaştıkları gerçekler o kadar ürkütücü hale geliyordu.
Bekir Hoca ve Hasan, kasabanın eski sakinlerinden öğrendikleriyle Elisabeth’in hikayesini yeniden inşa etmeye başladılar. Elisabeth’in aslında, dönemine göre oldukça ilerici fikirleri ve güçlü şifacılık yetenekleri olan bir kadın olduğunu keşfettiler. Ancak bu yetenekler, o dönemki kasaba halkı tarafından korkuyla karşılanmış, cehaletin ve batıl inançların kurbanı olmuştu. Elisabeth’in, veba salgını sırasında hastalığı iyileştirmeye çalıştığı, ama bu çabalarının yanlış anlaşıldığı ortaya çıktı.
Elisabeth’in mezarının altındaki tüneli incelemek, cesaret isteyen bir işti. Bekir Hoca ve Hasan, yanlarına Ergün’ü de alarak, geçidin karanlık derinliklerine inmeye karar verdiler. Erik, gençliğinin verdiği cesaretle bu görevi üstlenmişti, ancak içinde bir korku büyüyordu. Tünelin ne kadar derin olduğunu ya da nereye çıktığını kimse bilmiyordu. Ama Elisabeth’in ruhunu özgür bırakmak istiyorlarsa, bu yolu takip etmeleri gerekiyordu.
Tünel, zamanın yıprattığı taş duvarlarla kaplıydı. Nemli ve karanlık bir yoldu, sadece fenerlerinin titrek ışığı onları yönlendiriyordu. Tünelin havası, ağır ve boğucuydu; sanki yüzyılların laneti bu duvarlara sinmişti. Bekir Hoca, sessizce dua ediyordu. Hasan ise bir yandan fenerini tutarken, diğer yandan Elisabeth’in ruhunun burada bir yerlerde olduğunu hissediyordu.
Yolculukları boyunca tünelin derinliklerinden gelen fısıltılar, onların adımlarını takip ediyormuş gibi hissediyorlardı. Zaman zaman bu fısıltılar, Elisabeth’in lanetli ruhunun sesine dönüşüyor, onları bu karanlık tünelde daha da derine çekiyordu. Ancak bu sesler, Hasa’nın içinde bir merak uyandırıyordu. Elisabeth’in ruhu gerçekten burada mıydı? Yoksa bu tünelin derinliklerinde başka bir şey mi onları bekliyordu?
Tünelin sonuna ulaştıklarında, karşılarına eski bir oda çıktı. Bu oda, yıllardır kimsenin girmediği, mezarlığın altında unutulmuş bir şapel gibiydi. Duvarlarda, yıpranmış ve solmuş dini semboller vardı; ama bu semboller arasında, gözden kaçmayan bir şey vardı. Duvarın tam ortasında, Elisabeth’in isminin kazındığı bir taş levha bulunuyordu. Bu levhanın altında ise bir sunak vardı, üzerinde eski bir kitap ve birkaç mum kalıntısı duruyordu.
Hasan, taş levhaya yaklaştığında, Elisabeth’in adını okudu ve fısıldadı: “Bu, onun burada olduğunu gösteriyor. Ama bu nasıl mümkün olabilir? Eğer Elisabeth burada bir ritüel gerçekleştirdiyse, bu ritüelin ne olduğunu anlamalıyız.”
Bekir Hoca, sunaktaki kitabı aldı ve incelemeye başladı. Bu kitap, eski bir ayin kitabıydı; içinde çeşitli dualar, ritüeller ve lanetler yazılıydı. Elisabeth, bu kitabı kullanarak bir şey yapmış olmalıydı. Ama ne?
Ergün, etrafı incelerken, duvardaki eski bir fresk dikkatini çekti. Freskte, Elisabeth’in bir grup insanla birlikte resmedildiğini fark etti. Bu insanlar, Elisabeth’i çevrelemiş ve onu lanetli bir figür olarak göstermişti. Ancak freskin bir köşesinde, Elisabeth’in elinde tuttuğu bir nesne dikkat çekiyordu: Bir haç.
“Bu haç,” dedi Ergün, “belki de Elisabeth’in masumiyetini simgeliyor. Eğer bu haçı bulabilirsek, belki onun ruhunu huzura kavuşturabiliriz.”
Bekir Hoca, bu fikri mantıklı buldu. Haç, Elisabeth’in ruhunun anahtarı olabilirdi. Ancak bu haç nerede saklıydı? Sunakta ya da bu eski odada bulamadıkları bir şeyler olmalıydı.
O sırada Sophie, sunaktaki kitabı daha dikkatli incelemeye başladı. Kitabın arasında, eski bir mektup buldu. Mektup, Elisabeth tarafından yazılmıştı. İçinde, kasaba halkına olan kırgınlığını, yalnızlığını ve onların anlayışsızlığı karşısındaki çaresizliğini dile getiriyordu. Ama mektubun sonuna doğru, Elisabeth’in bir sırrı vardı: “Bu haç, beni anlamayanların eline geçerse, ruhum asla huzur bulamaz. Ama eğer bir gün biri beni gerçekten anlarsa, o haçı bulup ruhumu özgür bırakacaktır.”
Bu sözler, Hasan ve Peder Bekir Hoca’yı derin bir düşünceye sevk etti. Haç, Elisabeth’in ruhunu özgür bırakmanın anahtarıydı; ama bu haç nerede olabilirdi?
Bekir Hoca, kitabın sayfalarını çevirirken, son sayfada gizlenmiş bir cep buldu. Cepte küçük bir anahtar vardı. Anahtarın üzerinde, Elisabeth’in ismi kazılıydı. Bu, haçın saklandığı yerin anahtarı olmalıydı. Ancak bu anahtar, kasabanın neresinde bir kapıyı açıyordu?
Bu sorunun cevabını bulmak için, köye geri dönmeleri gerekiyordu. Ama önlerinde, Elisabeth’in ruhunu huzura kavuşturmak için hala uzun bir yol vardı. Şimdi, anahtarı nereye götürmeleri gerektiğini çözmek zorundaydılar. Eğer Elisabeth’in sırrını tamamen çözebilirlerse, kasabanın üzerindeki laneti de kaldırabilirlerdi. Ama bu yolculuk, onlara beklenmedik zorluklar ve tehlikeler getirecekti.
Diğer Fıkra ve Hikayeler Bölümü İçin TIKLAYINIZ